Kaygan Zeminlerde Aşk Senfonisi

Dr. Arif Ali Albayrak

Tarihin günahları
bir öfke oldu ölümüne
gizlendi,
gömüldü hayat veren toprağın 
gizemli derinliğine.
Ölüm sessizliğinde bir karanlık,
karanlığa bürünmüş bir sessizlik, 
bir tül sessizliği 
geceyi örten 
beklemekte ölümüne 
beklemekte kan ter içinde.

Tutuşmuş bir ucundan yüreğim
kanar,
yanar için için
korkak bir ağustos gecesinde 
yakılan ateşe.
Tutuşur, derinleşir
karanlıklaşır, hainleşir
belki bir korkak haziranda tekrar 
bilinmez.
Gebe olacak soluk soluğa
doğuma ve ölüme 
aynı anda
aynı zamanda.

Yaz yorgunu çiçekler
rüzgara bırakılmış 
tedirgin topraklarında yüreğimin
boyun bükmekte 
çaresiz.
Boyun bükmekte
kimbilir kaç mevsime 
hazan yazmış dudakların,
yarısı kan, yarısı toz içinde 
geçmişin hatırasını gizleyen 
kırık bir ayna,
sevdalı yüreklerden yelken alıp
toprağa, sulara gömülen hatıralar
boyun bükmekte.

Karanlık
bir mızrak gibi çökerken 
yanan bağrıma,
anlatır bu şehir kendini,
anlatır korkularının
bir eylülle başlayan
ve yine hazanda biten sevdasını.
Hoyrat bir rüzgarda 
ölüme hayal kurar umutlar.

Zamanın acımasız penceresinde 
güller ve ağlayan yaseminler olur
hayatın kendi kendini
yok etmesinin tanığı.
Ve şimdi
ölümünü ispat etmiştir karanlık.

Kimbilir
hangi hoş nağmeler dolanırdı 
bulunduğu odada.
Sabah rüzgarlarına eşlik eden 
bir acem-aşiran melodi 
yok artık
bir akrep yalnızlığını andıran 
karanlık duvarlarında.
Mızrabı yitik, yıllanmış 
çaresiz bir ud gibi 
kahrolmakta düşlerim,
saksısından uzak yaseminlerin beyazında
hala mor kanamakta yüreğim.

Yüreği doruklarda bir genç kız
gözlerinde bir ayrılık şarkısı,
ıslak, ağlamaklı
tutkun maviye.
Akşam hüzünle inerken şehre
firari dudaklarında bir sevda türküsü,
henüz bir kadın dudağının 
lezzeti dudaklarına sinmemiş sevdalısına 
yazdığı şiiri arıyor
o yarım kalan,
o hep yarım kalacak olan şiirini.
Çok şey yarım kaldı;
söylenmemiş sözler,
sevgiliye yapılacak en güzel teklif,
ödenecek senetlerin akıbeti,
belki de "evet" olacak bir cevap.
Hep yarım.

Feryatlar dolaşıyor gökyüzünde.
Bu gidiş, bu yolculuk
kan yorgunu yüreklerden
yaş yorgunu gözleredir. 

Şöyle diyor bir şair,
bir ses son kez şöyle diyor
boğazında hıçkırıklarla:
            "Gidiyorsun ciğerparem birtanem
              Bir sonun başlangıcına
              İhtiyacın yok artık
              Hıçkırıkla, gözyaşlarına

              Hıçkırıklar kalanlarda 
              Gözyaşları yalanlarda
              En sevdiğim canım insan
              Şimdi, şimdi artık karanlıklarda

              Zaman geri dönebilseydi
              Gözüm son kez görebilseydi
              Sarılmak isterdim sana
              Elimden gelebilseydi."

Yüreklere bir kırbaç gibi inen 
karanlığın öfkesinde
bir kırık plak 
uzaklarda
döner durur hüzünle.
O denizi gözleriyle maviye 
boyayan kız
gözyaşlarını koyup rüzgarın önüne
tarifi imkansız acılarla 
bir yolculuğa çıkar.
Der ki :
              "Senden uzakta gülüm günlerim geçer
               Geçer amma geçer de yüreğim ezer

               Neden bıraktın da gidiverdin sen
               Beni yalnız koyup ölüverdin sen

               Yıllar geçse de gülüm unutmam seni
               Ömür bitse de gülüm unutmam seni

               Sende hasretim
               Yıllarda nefretim
               Kalbimde yaş donar

               Sende hasretim
               Yıllarda nefretim
               Kalbimde yaş donar."

Bir ay geçti,
yine bir gün
yine bir ay geçecek sensiz.
Yıllar yılları kovalar belki de "unutmaya hasret",
şiirler:
"Bir yıl sürer
ölüm acısı yirminci asırlarda"
der demesine
der de hala
o en iyi ilaç "zaman" da
kendine bir çare
kendine bir ilaç arar, durur.
Buruk yüreğim
ölümüne buruk.

Sen
zifiri karanlığın ortasında
ışıksız kalmanın 
ne demek olduğunu 
bilemezsin be kardeşim,
neon lambaların altında
düşlerinle gezintiye çıkarken.
Işık
umut olmamıştır
senin için hiç.
Unutma;
hüznün, ihtirasın
yalvarışın da namusu vardır.

Sen
susuz kalmanın acısını
bilemezsin be kardeşim,
elinde;
Küba'lı genç kızların
bacağına sürülerek hazırlanan
kocaman puron,
terleyen bardağından 
Fransız şarabını yudumlarken.

Sen 
kış gecelerinin amansız soğuğunda,
ellerin çırılçıplak,
yüreğinde umutlar solgun
belki de yalınayak,
gözlerinde yarım damla yaş
o anlatılmaz acıyı
bilemezsin be kardeşim,
en sıcak otel odalarında,
avuçlarında 
karanlık gecelerin korkusuz hayali,
terleyen düşünceler gezerken
ve sen 
tarifsiz keyifler içindeyken.

Sen 
sevdiğini kaybetmenin,
sen 
aşksız kalmanın acısını
bilemezsin be kardeşim,
çünkü
sen hiç sevmesini bilmedin ki.

Ey kara gecelerin
kara gömlekli
kara yürekli
kara mimarları,
bu feryat, bu sesleniş size.

Tarihin amansız tokadını yemeye alışık
ey insanoğlu
üzülme
sarılır yaraların gün gele,
senin gözündeki yaş
benim yüreğime aktıkça benim yüreğimdeki umutlar
senin düşüncende filizlenir,
sevgililer kavuşurlar birbirine,
toprağa karışsa da 
o kırık ayna
yansıtır hatıralarını geleceğe.

Fırsat ver
bu hüzün, bu ızdırap
seni kendine biraz daha yaklaştırsın.
Gördün işte;
gözleri çekik, rengi siyah
dili farklı olsa da
her çocuk oyun ister,
her aşık
ilk el tutuşta
ilk öpüşte heyecan duyar,
her genç
umutla soyunur kavgaya,
sevdaya ve özgürlüğe.
Her insan 
ateşi tutunca yanar
yandığı gibi acı çekene,
ağlayınca 
gözünden akıttığı yaştır
iki damla 
birbirinin aynı.

Ve şimdi
güneşe tutulmuş bir nergis demeti gibi
kurumadan gözyaşlarımız,
her şeyi 
ama her şeyi
sevginin potasında eritip
aydınlığa doğru, karanlığı delerek,
sevgiliye açan bir çiçek heyecanıyla 
uzanmak zamanıdır.
Belki de bu
son şans
son şansımızdır.

Tarihin günahları
bir öfke oldu ölümüne
gizlendi,
gömüldü hayat veren toprağın
gizemli derinliğine.
Ölüm sessizliğinde bir karanlık,
karanlığa bürünmüş bir sessizlik,
bir tül sessizliği
geceyi örten
beklemekte ölümüne 
beklemekte kan ter içinde...

30.09.1999